Şiir Pınarı
  Kurban psikolojisi
 


İrade, sözlük anlamıyla isteme, dileme, tercih etme; geniş anlamıyla da harekete geçme güdüsü, kararlarını uygulama yeteneği; duygular ya da gelişen koşullar yerine, ilkeler ve inanılan değerleri ölçü alarak davranmayı gerektiren kişilik erkidir.

Eylemlerimizi kendi arzu, istek ve amaçlarımıza göre belirleyip, kontrol altında tutabiliyor muyuz? Düşüncelerimizi eyleme geçirmede yeterli ölçüde kararlılık sergileyebiliyor muyuz? Gerçekleştirmeyi düşündüğümüz eylemi herhangi bir dış zorlama ya da zorunluluk olmaksızın hayata geçirebiliyor muyuz? Bir eylemi başlatabilecek yetimiz, bir eyleme neden olacak refleksimiz ve çizgimiz var mı? Bir eylemi yönetebilecek yeterliliğe sahip miyiz? İrademizi (düşüncelerimizi, fikirlerimizi, amaçlarımızı, ideallerimizi, hedeflerimizi) kendimizi hiçbir baskı altında hissetmeksizin, kimsenin etkisinde kalmasızın ve sonuçlarını göze alarak özgürce açıklayabilme ve ortaya koyabilme gücüne ve erdemine sahip miyiz?

Onaylamak veya reddetmek birer irade beyanı olduğu halde susmak, tepkisiz kalmak, kararsız olmak bir iradenin sonucu değildir. İrade beyanında bulunmak bir şeyin tarafı olmayı gerektirmez. Nitekim tarafsız olmak da bir iradenin göstergesidir. Kararsız olmakla tarafsız olmak ayrı şeylerdir. Kararsızlık elindeki iradeyi nasıl kullanacağını bilememektir. Kararsızlar iradelerini ancak kendilerine yön gösterecek, cesaretlendirecek veya omuz verecek birilerinin eliyle ortaya koyabilirler.

İnsanlar kendi yaşamlarına hayata koydukları iradeleriyle yön verirler. Gidecekleri yol, alacakları mesafe ve varacakları hedefler ortaya koydukları iradelerinin sonucudur. Aslında bütün yaşadıklarımız kendi seçimlerimizin bir sonucudur. Bu yüzden her davranışımızdan sadece kendimiz sorumluyuz. Eğer gerçekte yaşadıklarımızdan kendi dışımızdakileri sorumlu olarak görüyor ve kendimizi aldatılmış, biçare ve bu konuda kusursuz addediyorsak, bunun adı kurban psikolojisidir. Bu, insanın farkındalık ve sorumluluk alma yetisinin gelişmesini engeller.

“Kim gelirse başa, sen çok yaşa” tavrı, “ben ne yapabilirim” hayıflanması, “tepeleri haramiler sarmış” yakınması, “benden uzak olsun, isterse tuzak olsun” sorumsuzluğu, “bana ne faydası var” menfaatçiliği, “herkesin güdüldüğü sürüde ben de güdülmüşüm ne çıkar” vurdumduymazlığı, “böyle gelmiş, böyle gider” kolaycılığı irade kullanma erkinin önündeki engellerdir. Kurban psikolojisiyle, “gelen ağam, giden paşam” diyerek elindeki tüm iradeyi kurbanlık koyun gibi başkalarının kullanımına terk edenler, en son “kime derdim diyem, kime ağlaşam” söylemine başlarlar ki o zaman ne dertleri dinleyecek Makro Paşa, ne de ağlanacak bir başa ulaşmaları mümkün olmaz.

Yaşanan olayların nedenini inceleme gereği bile duymamak, kendi acziyetini sorgulamamak, olaylara yön verebilecek erke sahip olabileceğini aklına dahi getirmemek, sürekli bir mağdur edebiyatına sığınmak ve bahaneler üretmek, kurban psikolojisinin sonucudur. Bu psikoloji, insanları olaylardan uzak durmaya ve her şeyin kendi dışında geliştiği düşüncesine doğru sürükler. Onlar her zaman kurbandır; sevgilileri onları yeterince sevmemiş, arkadaşları arkasından iş çevirmiş, herkes onlara haksızlık yapmıştır.

Kurban psikolojisinde olanlar, açık ve net bir şekilde kendini rahatsız eden şeyleri anlamaya çalışmak ve anlatmaktansa, ortalıkta üzgün üzgün dolaşmayı tercih ederler. Hayatlarında, sürekli olarak onları mutsuz eden bir şeyler bulur, sürekli kendilerine acırlar. Karar alıp, harekete geçmekte zorlanırlar. Sürekli geçmişi ve geçmişteki kişileri suçlarlar. Mutsuzluklarına sebep olan konularda kendilerini örümcek ağına düşmüş gibi hissederler, ne yapsalar da çıkış yolu olmadığını düşünürler. Yanıltılmakta, kandırılmakta ve aldatılmakta olduklarını düşünürler, ancak bunda kendilerinin payı olduğu akıllarına gelmez.

Hâlbuki gerçek dünyada kandıranlar değil, kandırılmayı hak edenler vardır. Bir şeye zemin hazırlayan, buna sebebiyet ve izin verenler, onun sonuçlarını hak edenlerdir. İnsanın yaşantı şekli ve koşulları kendi seçiminin sonucudur. Kabahati başkasında bulmak, her olayda başkalarını, dış etkenleri veya çevreyi suçlamak, bu sonuçtan kurtulmayı mümkün kılmaz. Üzerlerinde denetim kurulmasına izin verenlerin hayıflanmaya da hakkı olmayacaktır.

İki tür kişilik vardır ki, biri kendi rüzgârını estirenler, diğeri başkalarının rüzgârında yaprak gibi sürüklenenlerdir. Başlarını kuma gömerek ve olayları görmezden gelerek kendilerini oyunun dışında sananlar, boyunlarına esaret halkasının geçirildiğinin farkına dahi varamazlar. Başkalarını kendi rüzgârında sürükleyenler varacakları amaca ulaştıklarında, ortalığa dağılmış yaprakları toplama gayretinde bulunmayacakları gibi, onları solmaya, çürümeye terk etmekten hiç mi hiç rahatsız olmayacaklardır.

Kendi rüzgârını estirenler, istediklerini elde etmek için savaşmak, imkanları zorlamak, yönlendirici ve saldırgan olmak, engellerle mücadele ederek hedefe varmak gerektiğini düşünürler. Bu görüşün altında yatan, evrenin kendilerine karşı olduğu ve onu yenmek zorunda oldukları düşüncesidir. Bu yüzden güçlü olmaları gerekir. Ancak kendilerinin tek başına üstesinden gelemeyeceklerini düşündükleri güçlerle tek başına savaşamayacakları sonucunu çıkardıkları için başkalarının güçlerini de kullanma ihtiyacı duyarlar. Kendilerini ürküten bu gücün başkalarına da tehlike yaratıyormuş inancı ve korkusunu yayarak başkalarının iradelerini kendi kontrolleri altına almaya çalışırlar. Ellerinde bulundurdukları bu iradeyi sanki kendi güçleriymiş gibi istedikleri biçimde kullanırlar. Yeterli iradeyi toplayamadıklarında, ağızlarıa bir tutam bal çalarak iradesini satın alacakları bulmakta ise hiç zorlanmazlar.

İradelerini başkalarının kontrolüne vererek kullandıranlar, bu iradenin kendilerine ait olduğunu bilseler bile kendi iradelerini kendileri kullamayacak kadar güçsüz olduklarını düşünürler. İradelerini kendi ellerine teslim ettikleri insanlara umut bağlar, medet beklerler.

Kendi amaçları için başkalarının iradesini kullananlar, hedeflerine vardıklarında, ürettikleri hayali düşmanı yendiklerini söyleyerek, iradesini kullandıkları insanların gururunu okşarken, halkı büyük bir beladan kurtardıklarını ima ederler. İradesi kullanılanlar ellerine ne geçtiğini, hangi düşmandan veya tehlikeden kurtulduklarını dahi bilmeden, okşanan gururları yüzünden zafer sarhoşluğun düşerler. Yüreklerine sürülen bir tutam zafer sevinci, yıllar boyu ezilmiş, görmezden gelinmiş, yok sayılmış bu insanların, gerçekte başlarına ne sardıklarını görmelerine engel olur. Elleriyle teslim ettikleri iradelerinin kendi boyunlarına halka gibi geçirileceğini anlayamazlar.

Başlarına gelen her olayın kader olduğuna ve insanın cüzi bir iradeye sahip olduğuna inandırırlar kendilerini. Başkalarının bu cüzi iradeyi külli irade olarak kullandığını görmeleri inançlarına ters düşer. Gerçekleri görmemeleri için zaten sürekli bu işlenir akıllarına.

Gündelik menfaatler için onurlarını ayaklar altına alanlar, kişiliklerini basit ihtiyaçlar yüzünden yerlerde sürütenler, zamanla inandıkları ve gönül verdikleri bütün değerleri yitirmeye mahkûmdurlar. İnsanlar, kendini insan kılan değerleri yitirildikçe toplumsal çöküş başlamış demektir. Hâlbuki insanlık maddi değerler üzerine değil, insani değerler üzerine kurulmuştur.

İnsanın iradesini kullanması araba sürmeye benzer. İrade, bir yere ulaşmak için üzerine binilen araba misali, kullanılan bir araçtır. Frene basıp hızınızı yavaşlatabilir ya da gaz pedalına basarak artırabilirsiniz. Direksiyonla istediğiniz yöne döner, istediğiniz yerde durur, istediğiniz yerden duraklamaksızın geçersiniz. Arabayı hangi hızla kullanırsanız gitmek istediğiniz yere o sürede varır, hangi yöne doğru sürerseniz o istikamete ulaşırsınız. Arabayı ne kadar dikkatli kullanırsanız kaza riskinizi o ölçüde azaltır, emniyet kemerinizi takarsanız, beklenmeyen kazalardan korunursunuz. Trafik sıkışıklıklarında alternatif yollar ararsınız. İnsan, iradesini de araba kullandığı gibi ustalıkla kullandığında, ulaşmak istediği hedeflere daha kolay ve daha hızlı ulaşabilir. Sürücü yanlış yola saptığında başkalarını suçlamaz, arabaya benzin koymadığında kabahati kimsede aramaz.

Başkasının arabasında seyahat edenler ise, sürücüsünün gittiği yoldan gitmeye, onun durakladığı yerde durmaya, gideceği yere varmak için başkasının hareket etmesini beklemeye mecburdurlar. Araba bozulduğunda itmek yine yolcusuna düşer. Araba kaza yaptığında ise sürücü önce, kendisini kurtaracak yöne doğru devirecektir arabasını.

Koyunların akıbeti bayramlarda ve adaklarda kurban olmaktır. Birileri bayram ederlerken boynumuzun vurulması, ya da birilerinin niyetine canımızın, kanımızın adanmasına rıza gösteriyorsak, ne ağlamaya ne de yakınmaya hakkımız var. Kendimizi kurban olarak gördüğümüz sürece boynumuza bıçak sürecekler de olacaktır elbet. İradesini ellerine alanlar, belki düşledikleri yaşamı elde edemeyebilirler ancak onurluca ve özgürce yaşamanın tadını aldıklarında zaten insanca yaşamanın bu anlama geldiğini anlamış olacaklardır.
 
  Toplam 32416 ziyaretçi (53270 klik) buradaydı  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol